Bu blog yazısı aslında yazmayı düşündüğüm bir konu değildi. İnterstellar filmi hakkında yorumlarımı paylaşacaktım sizinle fakat bugün duyduğum bir cümle beni bu yazıyı yazmaya itti. Bu cümle şöyle idi; ” 800 yıl önce çocuğu olacağını duyan bir insan ile bugün çocuğunun olacağını duyan kişi aynı tepkilerimi verir, düşünmek gerekli!” Yılların geçmesi ile sevgi duygumuz da değiştiriyor. Modernizm biz de ki sevgi parçacıklarını da mı etkiliyor ? Etkilemeli midir?
Modern olmak sadece kişinin kendini birey ve özgür hissetmesine katkı sağlayan bir durum mudur?
Modern olmak bazı tanımlamalar da şu şekilde geçmektedir; ” Neyin doğru ve eğri, iyi kötü olduğunu kendi duyunca ile karar verme ve doğru ve iyi olanı kendi isteyince yapma özgürlüğüdür. Modernlik özgürlük ile eşittir çünkü modern dünya yalnızca zamansal olarak değil ama kültürel olarak yenidir ve modern dünyayı bütün dünyadan ayıran etmen özgürlüktür.” Kişilerin doğuşlarından gelen bir özgürlük kavramı vardır, ben de doğuştan beri hep bunu savunmuşumdur. Her bireyin kendi benliğini bildiği yaştan itibaren kendine has özelliklerine ve bu kişilerin özel alan, özgürlüklerine saygı gösterilmelidir. Bütün toplumların belli kültür öğeleri vardır ve bu özellikler yeri gelir modernizm basamakları ile örtüşmez yeri gelir modernizm temellerini atmak için desteleyici olur.
Dünya zamansal olarak eskidir ve sevgi kavramı içine doğduğu andan itibaren bir ruh üflenen her canlı için aynıdır. Bizlerde akıl ve ruh birlikteliğiyle bir adım daha yukarıya taşınmıştır. (Aklın da ruhla birlikte bize verildiğini de düşünmek ve gördüğümüz her şeyin ise yüce kudretin bir yansıması olduğunu bilmek gerekir tabi ki !)

Sanatta modernizm anlaşıyı ile kişiler sadece gördüklerini resmetmeyi, anlatmayı seçmişlerdir ve geleneksel kurallara bağlılığı reddetmişlerdir. Doğanın anlık etkilerini, ışık oyunlarını ve mevsimlik değişimleri göstermek istemişlerdir en başlarda, sadece fırça darbeleri ile zaman anlatılmaya çalışılmıştır. İkinci dünya savaşından sonra ise modernizm etkileri artmaya başlamış tekbiçimcilik, standartlaşma kavramları yeni bir endüstriyel geleceğe doğru olan inançları aktırılmıştır. Kültürel dokular, geleneklere olan yakınlıklar azalmaya başlamış ve oluşan çatışma ortamları uluslara daha çok özgürleşme hareketlerine ve simgelerine itmeye başlamıştı.
Kişilerin kültürel dokularından uzaklaşması da aile yapı ve kavramlarına yeni kalıplar oluşturmasına neden olmuştu.Kişisel olmayan imgeler üretilmeye başlanmış. Karışıklıkların olduğu düzene yalın güzellik kavramı gelmiştir ve Mies Van Rohe’un ” Les is more.” sözü dikkatleri üzerine çekmiştir. Senelerce ben de bu cümleyi çok sevdim t-shirtlerimde taşıdım, hayat felsefemle bütünleştirmeye çalıştım fakat sonrasında düşündüğümde neden daha az daha fazla olsun ki.
Biz toplum olarak her zaman her şeyin en fazlasına alışmış bir toplumuz; sevginin en fazlası, eğitimin en iyisi, duygunun en karmaşığı, aşkın en acı vereni, sokakların en karmaşığı, ışığın en göz alıcısı, ailenin en sarmalayanı, yanında olanı, kalabalıkların en seslisini, denizin en dalgalısını, rüzgarın en şiddetlisini, yağmurun en toprak kosusunu hissettirenini, insanın en karmaşığını, en dalgalı saçları, en derin gözleri…
Biz İstanbul’un Boğaz köprüsünden geçerken görünen karmaşıklığını seviyoruz, Kadıköy’ün asi , sınırlarda yaşayan çocuklarını, asi kedilerini.
Neden azıyla yetinelim!
Biz kültürümüzle harmanlanan mutlu bir anımızda fazla sevgi gösterileriyle, mutluluk göz yaşı dökmeyi seviyoruz.
Çocuklarımız dünyaya geldiğinde dünyanın en küçük ışığı olarak hissetmiyoruz, yeni bir yıldız dünyaya gelmiş gibi hissediyoruz. Her yeni güne yeni duygu harmanıyla başlıyoruz ve bundan hep mutlu olacağız..
Özgürüz çünkü özeliz ve seviyoruz…
